22 Aralık 2010 Çarşamba

Süper!! Amatörler..

Bugün Beşiktaş Çilekli tesislerinde Süper Amatör Lig’de oynanan Albayrakspor-Dikilitaşspor maçına gittim. Grup liderliğine oynayan Dikilitaş’da ilk beş için çalışan Albayrakspor’da çoğu büyük takımımız gibi tek santraforla sahaya çıkmış. Her iki takımın da beklerini ileri çıkarmadan savunmaya öncelik verdiği açık. Gökhan Keskin ve Sergen Yalçın gibi futbolcuların geçmişte formasını giydiği Dikilitaş maçında beklenen pırıltıyı görmek çok kolay değildi.
Ortasahada daha iyi basan ve hücuma hızlı çıkan Dikilitaş 1-0 öndeyken maçı izlemeyi bıraktım.
Tabiki her hafta en az 1 Süper Lig maçını yerinde izleyen biri olarak bugün izlediğim maçı sahada oynanan futboldan farklı açılarla değerlendirmek istiyorum. Maçi yaklaşık 40 kişilik bir seyirci grubu izliyordu. Bu grubun tamamına yakını ya maçını oynayıp otobüsünü yada maç sırası bekleyen amatör sporculardan oluşuyordu.
Yaklaşik 15. dakika oynanırken hakemin vermediği bir elle oynama sonrasında 40 kişinin tamamına yakını hakeme tepki gösterirken aslinda o hakemin bir önceki maçıda yönettiğini ve arada dinlenme firsatı bulamadığını bilmiyordu. Lig Tv’de maç sonraları en çok koşanlar listesinde 1. sıradaki oyuncular genelde 10km civarında koşuyorlar. Birkaç kez hakemlerin istatistiğinin de paylasıldığını görmüştüm. Standard bir maç yöneten hakem 7,5 km koşuyordu. Aradaki farkın çok da fazla olmadığını düşünürsek amatör lig hakemlerine biraz daha toleranslı davranmak gerekebilir.
Bu tepkiyi gösteren seyircilerden biri diğerlerine oranla çok daha heyecanlıydı. Kendisiyle konuşmaya başladığımızda Dikilitaş’ın 3 numaralı sol bek oyuncusunun babası olduğunu öğrenmemiz uzun sürmedi. Beyfendi, büyük gururla anlatıyordu oğlunu. Aslinda sol açık oyuncusu olan no.3, hoca tarafından sol bek olarak kullanılıyordu. Rakibin genelde sağ kanadı hücum için kullandığı bu maçta no.3’ün hiç de kötü bir performans sergilemediği bir gerçekti. Babaya övgüyle bahsettiği oğlunun kaç yaşında olduğunu sorduğumda yüzündeki hayal kırıklığını unutmam mümkün değil. 16 yaşında U17 milli takıma çağrılmış, tüm hocalarının övgüyle söz ettiği oğlunun 10 yıl sonra amatör ligde oynuyor olmasını hayal etmemişti anlaşılan. Hayal kırıklığını gösterir göstermez suçu sisteme atıyordu üzgün baba. “Bu ülkede iyi futbolcu olmak yetmiyor çocuklar!” diyerek aslında sahada oynanan futbolun dış ilişkilerle desteklenmedikçe yeterli olmadigini anlatmaya calışıyordu. Aslinda üstü kapalı olarak araya sokacak önemli bir tanidığı olmadığı için hayıflanıyordu. Yani hocalara, yani kulüplere, yani sisteme, yani Türk futboluna güvenmediğini belirtiyordu.
Yabancı ligleri, Avrupa ve Dünya kupalarını gıptayla izliyoruz ve bir çok kez “Bu adamların oynadığı futbolsa bizim ki ne?” sorusunu soruyoruz kendimize. Nerdeyse hepimizin birleştiği başlıca ortak cevap “alt yapı”. Peki amator ligler gelişmedikçe, gençler eşit şartlarla değerlendirilmedikçe ve insanların ülke futboluna güveni sağlanmadıkça bu atılımı beklemek hayalcilik değil midir? Futbolcu çocukları  ve abilerin önerdiği çocuklar alt yapılarda öncelikli olmaya devam ettiği sürece Dikilitaşspor`un bir sonraki  3 numarasının da amatör olarak futbol hayatını sonlandırması kaçınılmaz görünüyor.
Olgu

2 Aralık 2010 Perşembe

El Clasico mu, Jose Mourinho mu?

Dört gün önce El’in Klasiğini (El Clasico) izleyen 400 milyon kişiden biride bendim. Hani şu Barcelona’nın Real Madrid’i keyif sigarası yaktıracak bir futbolla 5-0 mağlup ettiği maç.
Aşağı yukarı 100.000 kişi Camp Nou’da, 50.000 kişi sinema salonlarında (derbi İspanya’da 73 sinemada yayınlanmış.) milyonlarca insansa evlerinde izledi bu maçı. Aynı hafta GS-BJK maçı olmasına rağmen öyle bir gündem yaratıldı ki eminim birçok kahvede bu maç takip edilmiştir.
Bu derbiden önce ve sonra sokakta, televizyonda, radyoda yani her yerde onlarca Türk “Barçalı” ve “Realli” türedi. Futbolu konuşan herkes bu iki devden birini tutmak zorunda kaldı.
Oysaki Pazartesi izlediğimiz Barcelona ve Real Madrid’in ilk maçı değildi, bildiğim kadarıyla sonuncusu da olmayacak. Bundan önce oynanan 159 lig maçında 505 kere gol sevinci yaşamış bu iki takım. Daha da ötesi maçların skorları bizim derbilerimize de pek benzemiyor. Örneğin; Pep önderliğinde Barça’nın  5. kez ezeli rakibini 5-0 mağlup ettiği gibi, Madrid ekibinin de 11-0 ve 8-2 gibi farklı galibiyetleri bulunuyor. Geçen seneki 6-2’lik maç dahil hiçbir maç bu denli ses getirmedi.
Peki bu maçı bu denli konuşulur ve farklı kılan nedir?
Tabi ki Jose Mourinho.
Kim bilir beklide Porto’yu mucizevi bir şekilde hem UEFA hem Şampiyonlar Ligi kupası sahibi, Chelsea’yi 50 yıl sonra lig şampiyonu ve İngiliz Büyükler Masasında afili bir sandalye sahibi, Inter’i yarım asır sonra Avrupa şampiyonu yapması ve neredeyse kimsenin tartışamadığı teknik direktörlük yeteneği olması bu etkiyi yaratmasına yeterli olmazdı. Futbol tarihi bu kadar olmasa da buna yakın performanslar görmüştür elbet. Mourinho’yu farklı kılan beklide iddialı, açık sözlü, megaloman ve gerçekten “küstah” olmasıydı.
Chelsea’de işinin zor olduğunu söyleyen gazetecilere “Eğer işimin kolay olmasını isteseydim, Porto’da kalırdım. Güzel mavi koltuk, UEFA Şampiyonlar Ligi kupası, Tanrı ve Tanrı’dan sonra ben...”  diyebilecek kadar megaloman, tüm dünyanın hayranlıkla izlediği Messi Del Horno’yu oyundan attırdıktan sonra “Barcelona, muhteşem tiyatrolarıyla bir kültür kenti. Bu çocuk da artistliği iyi öğrenmiş.” diyecek kadar açık sözlü, Türkiye’ye geldiği zaman gözlerimize inanamadığımız Rijkaard için “Benim futbol hayatımda koca bir sıfır var. Ancak onun futbol hayatı mükemmeldi, başarılarla doluydu. Benim teknik direktörlük kariyerimde kupalar varken, bu kez Rijkaard’ın elinde koca bir sıfır var.” diyecek kadar iddialı ve “Futbol menajerlerini yeni veya eski diye değerlendirmem. Ben iyiye ve kötüye inanırım. Başarıya ulaşanlar ve ulaşamayanlar... Lütfen küstah olduğumu düşünmeyin ama ben Avrupa Şampiyonu’yum ve özel biriyim.” diyecek kadar küstah bir adam.
Eminim dünya futbolu bu “yenilmez küstah”ın boyun eğişini izlemekten keyif duyan ve aynısını yapabilmek için kariyerini silip atmaya razı bir yığın teknik direktör ile doludur. Kim bilir belki bu denli açık bir Mourinho hüsranına tanıklık edemeyiz. E o zaman 400 milyonda bir olmanın değeri de artacaktır.
Olgu

GS - BJK Derbisi ve Türk Futbolu Başarısızlık Klişeleri Üzerine

Blogun açılış yazısının hemen akabinde futbol içerikli bir yazı ile ortalılığı şenlendirmenin vaktidir diye düşündüm ve geçtiğimiz pazar günü oynanan ve Beşiktaşın 2-1 lik galibiyeti ile sonuçlanan derbi mücadelesi ışığında Türk Futbolu ve Başarısızlık Klişeleri üzerine bir yazı yazmaya karar verdim.

Derbinin öncesine baktığımızda GS' nin yaşadığı yönetimsel sıkıntılar ve iki takımın ligdeki konumları bakımından her iki takım açısından da hayati önem taşıyan bir maç havası vardı. GS olası bir puan kaybında tamamen yarışın dışında kalacak ve içinde bulunduğu özgüven problemini tamamen bambaşka bir seviyeye çekecek, Beşiktaş ise benzer bir puan kaybında zaten eleştirilen oyun sistemine ve teknik direktörüne karşı güvensiz (CM jargonuyla slightly insecure :p ) bir duruma düşecek ve yine yarışın ciddi anlamda uzağında kalacaktı.

Maçın detaylı istatistik ve yorumlarını çok yerlerde okuduk; işin o tarafına pek bulaşmak istemiyorum. Ancak özetle söylemek gerekirse alışılanın aksine defansını geride kuran ve oyunu kontrollü oynayan bir Beşiktaş; karşısında ise yine kontrollü oynayan ve ani bir kazaya kurban gitmek istemeyen bir Galatasaray vardı. Galatasaray yaklaşık 1.5 senedir santraforsuz oynamanın verdiği alışkanlıkla yine forvet/kanat oyuncusu bozması Pino ile ilerde bir şeyler yapmaya çalışırken, Beşiktaş Guti önderliğinde ataklarını şekillendirip Nobre ile ileride topu tutmanın ve kanatlardan yapılacak bindirmelerle pozisyon üretmenin peşindeydi.

Maçın henüz çok başında yine stoperden bozma sağ bek Ali Turan'ın acemice yaptığı penaltı ve kazanılan gol belkide Beşiktaş' ın maç başında rahatlamasını ve oyun planını daha güvenli işletmesini sağladı. Galatasaray' ın ise skor dezavantajına düştüğü böyle bir maçta, hele hele bu kadro yapısı ile bundan fazlasını yapması pek mümkün değildi.

2. devre ise Hagi' nin bir nevi kumarını gördük; ancak bu kumar Beşiktaş' ın işini kolaylaştırdı. İlk yarıda bulduğu pozisyonları bile üretemeyen bir Galatasaray ile kazandığı topları Guti liderliğinde organize ve olgun ataklara çeviren bir Beşiktaş izledik. Hagi belkide taraftarın beklediği hamleyi yapmak için bu değişiklikleri yaptı; ancak takımın tüm ritmini de bozdu diyebiliriz. Özellikle hızlı Pino' nun Beşiktaş savunması arasına yaptığı koşuları Mehmet Batdal' ı santrfora yollayıp Pinoyu sağ kanata çekerek yok etti. Bu belkide ilk yarıda GS' nin en etkili silahını susturmaya eş değer bir hamleydi. Ersan ve İbrahim Toraman Pino' yu kovalamanın derdindeyken Mehmet Batdal' ın ağırlığı tam onların dişine göre geldi. Zaten bu farklılık maçta açık bir şekilde gözüktü. Beşiktaş kontrolüne aldığı böylesine önemli bir maçta 2. gölü de bularak maçı tam istediği kıvama getirdi ve bir nevi kendi sorunlarından sıyrılırken Galatasarayı tamamen farklı bir atmosferin içine itti.

Bu maçın arkasından yaşananlar, GS taraftarının yönetimi ve özellikle Adnan Polatı istifaya çağırması ve geçmişteki benzer vakalar beni Türk Futbolunun bazı klişeleri üzerine düşünmeye sevk etti. Türkiyede 3 büyüklerin son 15 senelik tarihine baktığımızda benzer istifa söylemlerinin bu 3 güzide klübümüz arasında nöbetleşe paylaşılarak yaşandığını açık bir şekilde görüyoruz.

Bir dönem Aziz Yıldırım Fenerbahçe taraftarları tarafından ölesiye eleştiriliyor ve her maç istifaya davet ediliyordu. Bugün baktığımızda Fenerbahçe belkide Türkiyedeki tüm spor klüpleri içerisinde bütüne bakıldığında en başarılı olanı. Sadece tesisleşme ve kurumsallaşma anlamında değil hemen hemen faaliyet gösterdiği tüm spor dallarında en tepeye oynayan, ya şampiyon olan ya da şampiyonluğun ciddi adayı olan takımlarıyla Fenerbahçe büyük resme bakıldığında gerçekten başarılı. Bugün durduğumuz noktada Fenerbahçe taraftarının Aziz Yıldırımdan memnun olduğunu ve geçmişteki memnuniyetsizliklerinin çoğunlukla klişerimizin ürünü olduğunu söyleyebiliriz.

Beşiktaş ve Yıldırım Demirören örneği ise daha çarpıcı. Başkanlığı süresince benzer iniş çıkışları daha keskin eğrilerle yaşayan ve daha marjinal tepkileri gören bir başkanlık deneyimine sahip. Bir önceki sene Yeterrr!!! diye bağıranlar bu sene Quaresma, Guti gibi dünya yıldızlarının gelişiyle bambaşka bir havaya büründüler ve Yeterrr!!!! tezahüratını bu sefer esprili bir şekilde yapmaya başladılar.

Bugünlerde aynı hikayeyi Adnan Polat yaşıyor. O Adnan Polat ki Galatasaraylılara ve spor jargonuna 20:45 terimini kazandıran, belkide Galatasarayın ekonomik olarak en zor günlerinde ciddi işlere kalkışmış (stad, borçların yapılandırılması, önemli transferlerin gerçekleştirilmesi) bir başkan kimliğiyle karşımıza çıkıyor.

Tabi tüm bu saygıdeğer başkanların yaptıkları, başarısızlık anlarında önemsenmiyor veya hatırlanmıyor. İnsan tüketmekte üstün olan Türk mantığında bu da fazla şaşırmamamız gereken bir hadise. Ancak bu noktada başkanların yönetim şekilleri itibarı ile bu sıkıntıları yaşadıklarını düşünüyorum. Klüp başkanları taraftarın gözüne soka soka her türlü işe bulaşıp, profosyonel futbol ve spor yönetiminde ilerleme (rasyonel bakış açısı ile ilerleme) kaydedemedikleri için taraftarlar (yani spora ve takımına rasyonel bakamayanlar) başarısızlık anlarında ilk olarak alıştıkları yüzleri arıyorlar.

Çoğunlukla büyük patron kökenli olan başkanlarımız için belki bu bakış açısı alışılagelmiş bir perspektif; bununla beraber kendi şirketlerinde kendi paralarını harcar gibi kararlar alıp profosyonel yöneticiliği hiçe saydıkları sürece gelişen başarısız süreçlerde klubün ilk tepki noktası olmaya devam edecekler gibi gözüküyor.

Sonuç olarak Türk sporu açısından baktığımızda, başkanların bu karakteristik özelliği değişmediği müddetçe ne uzun soluklu sportif başarıları görebileceğiz ne de başarısızlık klişelerimiz yok olacak. Daha da bayatlayarak daha da tatsızlaşarak bu ve benzeri istifa söylemlerini 2-3 senede bir renkleri ve isimleri değişmiş şekilde dinleyeceğiz.

A


1 Aralık 2010 Çarşamba

önsöz

Yıllardır her fırsatta konuştuğumuz tek bir konu vardır.

Kimi zaman kız arkadaşlarımız tarafından hor görüldük, zaman zaman insanların tepkisini aldık.

Ama kendimizi futbol konuşmaktan alamadık..

Uzun zamandır konuştuklarımızı, hissettiklerimizi, tartıştıklarımızı, duyduklarımızı ve yaşadıklarımızı en azından kendimiz için kaydetmeyi/yayımlamayı planlıyorduk..

Çok yakında amacımıza bu blog'da ulaşacağız..

O&A